24 Haziran 2009 Çarşamba

Sağlıklı Tarım, Sağlıklı Ürün, Sağlıklı Toplum...


“AB’ye adaylık süreci yaşadığımız şu dönemde; ülkemizin doğal kaynaklarını, bitki çeşitliliğini, yorgun Avrupa topraklarına karşı genç topraklarını, genç nüfusunu kullanarak Avrupa’nın bir numaralı gıda üreticisi olmamamız için hiç bir neden yoktur” bu yüksek bir iddia ama bilimi, teknolojiyi, eğitimi, sivil örgütlenmeyi layığıyla gerçekleştirebilirsek hiç de uzak değil.

Ülkemiz biyolojik çeşitliliği, tüm Avrupa ülkelerinin tamamının biyolojik çeşitliliğine yakındır. Kırlarda gördüğümüz en küçük bir bitki bile bizi öne çıkaran zenginliğimizdir. Topraklarımızın bu zenginliği geçmişte Batı’daki pek çok tarım ve gıda sanayine altyapı sağlamıştır
(örn: meyankökü, kekik, nane, keçiboynuzu, bambus arısı, ve daha niceleri...)

Ancak şu dönemde Türk tarımına yeterli destek verilmez ise, gelişim sürecinin önüne bir tıkaç olarak bir takım şartlar sürülürse, Türkiye Avrupa pazarı olarak görülmeye başlanırsa, asıl tehlike başlamış olur. Stratejik öneme sahip tarım ve gıda sektörümüzü kaybetmiş oluruz. Bu aşamada, AB ile tarım müzakerelerinde çok dikkatli davranmamız gerekmekte.

Tüm dünyada; endüstriyel üretim şekli, yoğun teknolojik yorgunluğa yol açmış, sağlıksız bir üretim şekline dönüşmüş durumda. Kamuoyunda büyük tartışmaları yaşanıyor.

Arıların faaliyetleri hem kendi türlerinin devamlılığı hem de bitkilerde tozlaşmayı ve döllenmeyi sağlayarak flora zenginliği sağladıkları için tarımsal üretimin sağlığı, devamlılığı ve dolayısıyla insan sağlığının devamlılığı için çok önemlidir.

Bitkiler adeta süslenmiş bir gelin gibi, bütün güzellikleriyle balı ve poleni ile arıları cezbetmek için hazır beklerler. Arılar da bu nektarların vitamin, anti-oksidant, anti mikrobiyal ve daha pek çok özelliklerini geliştirerek insanoğlunun hayatına taşırlar. Önce kendilerine sonra da insanlığa bütün doğanın sağlığını sunarlar.

Arılar gelmiş geçmiş üretim metotlarından, biyolojik çeşitliliğe en fazla destek veren canlılardır. Onlar vasıtasıyla bitkiler doğal olarak üremelerini devam ettirirler, onlar bizlere en saf en doğal ürünlerini sunarlar. Bu ürünler, bildiğimiz gibi sadece bal olmayıp arısütü, polen, propolis, arı zehri gibi ürünlerdir.

Dünyada ilaçtan kozmetik sanayiye pek çok alanda kullanılan ve çok kıymet gören bu ürün kaynakları ülkemizde her yıl işlenemeden heba olmakta ve biz de bu ürünlerin ithalatçısı konumuna düşmekteyiz. Artık sanayiciler ve araştırma enstitüleri, üniversiteler ve çiftçiler kol kola verip yeni teknolojileri ve ürün işleme kapasitemizi geliştirmeli ve her yıl heba olan bu kaynakları ekonomimize kazandırmalıyız.

Avrupa dünyanın en fazla bal ve arısütü, polen, propolis, arı zehri gibi diğer arı ürünlerinin ithalatçısı durumundadır. AB Üyeliğine giden süreçte bize düşen iyi ve koordineli organizasyonlar arası çalışma ile Avrupa’nın bir numaralı tedarikçisi olmaktır.

Halen, tarım sanayinde üretim ve işletmede ve dolayısıyla ihracatında pek çok eksikliklerimiz ve yanlışlarımız var. Bunların en başında çiftçi örgütlerinin yeterince gelişememesi, bilgi-eğitim noksanlığı ve bilinçsizce yapılan tarımsal faaliyetler var. Elbette geçmiş yıllara oranla çok büyük mesafeler kaydedildi. Zirai faaliyetlerde kullanılan tarımsal ilaçların yerine biyolojik yöntemlerin önemi anlaşılmaya başlandı ve bu da ürün kalitesi açısından önemli gelişmeler kaydedilmesine yol açtı. Fakat bu çabalar yeterli değil. AB’nin en büyük doğal kaynaklarına sahip ülke olarak Avrupa’nın doğal gıda deposu olmak istiyorsak alabileceğimiz tedbirleri şöyle sıralayabiliriz:
Öncelikle hiçbir teknoloji adına, yenilik adına, üretim adına doğal kaynaklarımızı yok etmememiz gerekiyor. Her şeyi doğal kaynaklarımız üzerine inşa etmek gerekir.

Çiftçilerin örgütlenmesi ve eğitimi en önemli konudur. AB’nin en büyük sebze meyve üreticisi olan İspanya, (Toplam Avrupa 12 milyar Euro, İspanya 7 milyar Euro) Avrupa Tarım Politikaları çerçevesinde 600 kadar üretici örgütü sayesinde bunu başarmıştır. Kalite odaklı ve de en önemlisi planlı bir üretim şekli geliştirmişlerdir. Burada en önemli noktalardan birisi de gıda güvenliği ve bunun sürekliliğidir.

5179 nolu yasanın Avrupa standartlarında çıkmasından sonra tek uygulayıcı, denetleyici Tarım Bakanlığı olması dolayısıyla da üreticiler üzerinde olumlu bir etki bıraktığı ve bırakacağı güvencesi olumlu bir mesafedir.

Avrupa’da büyük zincir marketlerin özellikle gıda güvenliği çerçevesinde Eurogap adıyla örgütlenerek seçici davranmaları, yurtiçi zincir marketlerde de benzeri uygulamalara başlanacağı ve denetimin artacağı yönünde kaliteli üretim için bir aşama olacaktır.

Ciddi bir katma değer ve istihdam sağlayan gıda sanayinde, tarımsal sorunların yanı sıra kayıt dışı üretim, güçsüz küçük işletmelerin yoğunluğu, teknik personelin eğitim eksikliği gibi sorunlar büyüme performansını olumsuz etkileyen etkenlerdir.

AB Tarım ve Gıda mevzuatına uyum ve ilerleme ancak üreticilerin ve sanayicilerin birlik veya kooperatifler çerçevesinde örgütlenmesiyle gerçekleşebilir.

Geleceğimizi şimdiden oluşturmak için yepyeni bir vizyonda birleşmemiz gerekiyor. Sanayicisinden, akademik çevrelerine ve üreticisinden tarım teşkilatına kadar organize olmalıyız. Sanayici yeni pazarlar ve çiftçiye yeni ufuklar açmalı, akademisyenler gerçekçi, çiftçinin ve sanayicinin dilinden anlayan bir çerçevede verim artırıcı çalışmalara hız vermeli, çiftçi üretim kalitesinde çaba sarf etmeli, tarım teşkilatları ve üretici birlikleri çiftçi-sanayici ve araştırmacılar arasında etkin bir köprü rolü üstlenmelidir.

Yeni üretim alanları ve modelleri geliştirmeliyiz. Bu da özel sektör, devlet, sivil toplum örgütlerinin gerçekçi projeler üzerinde yoğunlaşacak çağdaş ve dinamik organizasyonları ve oluşturulacak sinerjiyle mümkündür.

DOĞADAN SOFRAYA Sağlıklı Üretim – Sağlıklı toplum


Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili ve dört mevsimi bir arada yaşayan bir ülkedir. Doğal ve biyolojik kaynakları bitki çeşitliliği yorgun Avrupa topraklarına karşı çok iyi durumdadır. Bozulmamış bu altyapı ülkemizin organik tarıma geçiş sürecinde avantajdır. Tarımsal sanayide makineleşmenin dışında üretime fazla müdahale eden endüstriyel üretim şekli, teknolojik yorgunluğa yol açmakta, bitkinin, toprağın, havanın kimyasını ve dengesini bozmaktadır. Giderek bilinçlenen tüketici ve üreticiler ise bu gidişe son vermeye başlamışlardır.

Gıda sanayicilerinin en önemli tedarikçileri, tarımla uğraşan köylüler ve çiftçilerdir.
Gıda sanayicileri laboratuarlarına, teknolojilerine, diğer tedarikçilerine verdikleri önemi, gerçek tedarikçileri olan çiftçilere vermemektedirler.

Gıda sanayicileri, tarım ürünlerini tedarik ettikleri bölgelerde tarım teşkilatları, çiftçi birlikleri ile yoğun temas halinde, mesleki–sosyal içerikli eğitim programları düzenleyerek iyi üretim teknolojilerinin geliştirilmesini sağlamalıdır. Bu çalışmalar için reklâm faaliyetlerine ayırdığı pay gibi pay ayırmalıdır. Bu yatırımlar kat ve kat artı değer olarak geri dönecektir.

Bu konular sosyal sorumluluk olarak algılanıp; TÜBİTAK, üniversite gibi kurumların ve sivil toplum örgütlerinin de desteği alınmalıdır. Yurt dışından transfer edilen her ürünün, her kimyasal ilacın iyi diye algılanma dönemi bitmelidir. Teknoloji ile kendi doğal zenginliğimizi eğitilmiş, iyi üretim tekniklerini uygulayabilen tarım kesimi ile birleştirebilen tarım zengini ülke konumuna gelinmelidir.

Toplum bireylerinin beslenme uzmanları eşliğinde anne karnından yaşamının sonuna kadar doğal ve dengeli beslenerek toplum ve yaşam kalitesi artmalı, hem de gıda tasarrufu sağlanmalıdır.

Doğal - organik üretim ve dengeli beslenme, hastalık risklerini azaltarak toplum sağlığına giden gerçek yolu açmış olacaktır. Çiftçi, çiftçi örgütleri, tarım teşkilatı, sivil toplum örgütlerinin, gıda sanayicilerinin gerçekten yapacağı sağlam temellere dayalı işbirliği Türkiye’yi gelecekte Avrupa’nın “bir numaralı” güvenli gıda üretim merkezi haline getirecektir.

Gelecekte sağlıklı bireyler ve dolayısıyla sağlıklı toplum yaratmak istiyorsak biyolojik ve doğal üretim metotlarının geliştirilip uygulanması en büyük hedef olarak görmelidir.

H.Y.
Mayıs 2005 Tübitak-1. Uluslararası Gıda ve Beslenme Kongresi Bildiri Metni Özeti

19 Haziran 2009 Cuma

Bal çalmak



Çeviren: Melike Vardar


İstanbul, 2008,

13 x 21 cm, 343 sayfa,

Türkçe, Karton Kapak.

ISBN No: 9756110164



Amazon.com, editörün 2005’in en iyi doğa kitabı seçiminde 6 numara 'Bal Çalmak balın ve onun böcek yaratıcılarının ilk kapsamlı tarihi' Okuması çok zevkli....


The Times-Picayune (New Orleans) 'Kurgu ürünü olmayan pek çok kitabın aksine, Bishop’ın kitabı bir roman gibi okunuyor. Bishop ve arılarının oyuncular, Florida’nın rutubetli tarlalarının sahne olduğu, sürükleyici bir hikâye veya film gibi çözülüyor.


Kitap; arılar ve onların tıp, din, bilim ve mitolojideki kullanımları hakkında tarihi bir tartışma görevini görüyor.' The Salt Lake Tribune “Holley Bishop, tarihin sayfalarından zengin nektarı toplamış ve onu günümüz arıcısının büyüleyici bir portresine damlatmıştır.
Bishop avlanan eski kovanın sırlarını ortayakoymakta ve bal hasadının hâlâ Tabiat Ana ve onun kanatlı hizmetçileriyle saygılı bir müzakere gerektirdiğini ispat ederek, bir adamın dünyanın kovanlardan gelen en eski iksirine bakma görevini keskin bir göz ve hoş bir nüktedanlıkla betimlemektedir.


Holley Bishop dünyada gerçek sihri bulmuştur ve sonuç nefistir.” Trevor Corson, “Istakozların Gizli Yaşamı”nın yazarı “Holley Bishop’ın arılarla olan aşk ilişkisi, nefis bir okuma tecrübesi üretmek için doğa tarihini ve sosyal tarihi gastronomiyle ve biyografiyle birleştiriyor.” Michael Pollan, “Tutkunun Bitkibilimi”nin yazarı “Bu zarif yeni kitapla, Holley Bishop arıların sahip olduğumuz en çekici büyükelçilerinden biri olarak Sue Hubbell ve Edwin Way Teale’e katılıyor.
İnsanoğlu ve balarılarının uzun, hayret verici hikâyesini dolu ve unutulmaz bir şekilde anlatıyor, bu anlatımı Smiley adında bir arıcının bugünkü dramıyla baharatlandırıp bir ballık dolu tarifle tatlandırıyor.


Zarafet ve zekâyla yazılmış olan Arıları Soymak ağzı açık bir tupelo balı kavanozu kadar baştan çıkarıcı.” Robert Michael Pyle, Kralın Peşinden Koşmak ve Yüksek Dağları Aşmak’ın yazarı “Son derece eğlenceli…


Bishop’ınkinin bir erkek arı olduğundan yola çıktım; ancak onun kraliçe olduğu ortaya çıktı.” The Washington Post “Küçük tozlaştırıcılar ve bal yapıcılar… Sıvı altınlarını üretmek için uzaklarda çalışarak ve çiçekleri tozlaştırıp Amerika’yı besleyecek kadar büyük miktarlarda karpuzlara ve düşünebileceğiniz hemen hemen her sebze veya meyveye sahip olmamızı sağlayarak Birleşik Devletlerde başarılı oldular. Bu başarıya duyulan hayranlık Holley Bishop’ın “Bal Çalmak” adlı kitabında paylaşılıyor.”
Chicago Tribune

DÜNYANIN İLK TATLI BESİNİ: BAL


Bal Nedir?

Dünyanın ilk tatlı besini bal, arıların çiçek nektarlarını bitkilerin veya bitkiler üzerinde yaşayan bazı canlıların salgılarını topladıktan sonra kendine özgü maddeler karıştırarak değişikliğe uğratıp bal peteklerine depoladıkları tatlı maddedir. Lezzet deposu ve sağlık kaynağı bal, doğadaki bin bir çiçeğin şifasını, tadını ve kokusunu insanlığın hizmetine sunar.

Balın kimyasal yapısı
Genel olarak balın yaklaşık %80’i değişik şekerlerden, %17’si sudan oluşmaktadır. Geri kalan %3’lük kısım başta enzimler olmak üzere diğer değerli maddelerden oluşur.
Dünyanın bilinen en eski tatlandırıcısı olan bal, pek çok vitamin, mineral, enzim ve organik asidin yanı sıra kalsiyum, fosfor, potasyum, magnezyum, demir, iyot ile B kompleks ve C vitaminlerini de içerir. Bal, 8 esansiyel aminoasidi bir arada barındıran en zengin besinlerdendir. Tüm bu besleyici maddeler sayesinde bünyeyi güçlendirme özelliğine sahip olan bal, yüksek şeker içeriğiyle iyi bir nem tutucu olup, vücudun nemlendirilmesinde de kullanılır. Balın antimikrobiyal, antibakteriyel ve antifungal özellikleri apiterapi ve modern tıp araştırma merkezlerinde uzun yıllar süren araştırmalarla kanıtlanmıştır.

Bal ve diğer arı ürünleri (polen, arı sütü, propolis, arı zehri) halen yüzlerce hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır. İltihap giderici, deri esnekliğini artırıcı ve kan dolaşımını uyarıcı etkileri bulunan bal, yaraları dezenfekte eder, bakteri ve mantar oluşumlarını önler.
Salgı balları mineral maddelerce daha zengindir ve bu nedenle daha koyu renktedir. Çiçek balları ise vitamin içerikleri bakımından daha zengindir. Balın yapısındaki enzimlerin bir kısmı bitkilerden bir kısmı da arının salgı bezlerinden gelir.

Balın kristalleşmesi konusuna da bir iki cümleyle açıklık getirmek isterim: Doğal bal kristalleşir. Balın beyaz ve pütürlü bir hal almasına “kristalleşme” denir ve nedeni tamamen içeriğindeki fruktoz/glukoz oranı ile nem oranına bağlıdır. Tüm çiçek balları kristalleşir. Doğası bunu gerektirir sadece kristalleşme süreleri farklıdır. Kristalleşen balı 450 suyun içine kabıyla bırakıp, benmari usulü eritmeniz gerekir. Çünkü enzimler balın en değerli maddeleridir. Doğal ve ısıtılmamış ballarda enzim miktarı yüksek olup bu ballar kaliteli ve çok değerlidir. Bal ısıtıldığı oranda enzim değerinde kayıplar olur.

* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Dünya arılarla yeşerir...


Sermayesi sadece doğa olan arıcılık, çevre bilincine, ekosistemin devamlılığına en çok katkı sağlayan tarımsal etkinliktir.


Bal arıları nektar ve polen toplarken ziyaret ettikleri çiçeklerin tozlaşmasını yani döllenmesini (erkek ve dişi sporların birbirini bulmasını) ve ürünün oluşmasını sağlarlar. Başka bir deyişle arı, iki çiçeğin aşkını mümkün kılan çöpçatanlardır. Özellikle zararlı böcek mücadelesi yapılan üretimlerde döllenme için mutlaka bal arısına ihtiyaç duyulur.


Arılar bu çiçek döllenmesini içgüdüsel olarak da o kadar kaliteli ve bilinçli bir şekilde yaparlar ki her havalandıklarında mutlaka aynı tür çiçeklere konarlar. Bu sayede aynı tür çiçeklerin birbirleriyle döllenmesini sağlayarak çiçeğin varlığının ve zenginliğinin endemik özelliklerini yitirmeden devamlılığını sağlarlar.


Göz alabildiğine uzanan kır çiçekleriyle dolu çayırların, ekili arazilerin ve bu alanlar sayesinde beslenen tüm canlıların mükemmel işleyen ekosistemin en başta gelen aktörleri arılardır. Böylelikle hem floral zenginliği sağlayıp erozyonla mücadelede katkıda bulunurlar hem de zenginleştirdikleri bu floradan canlılara “balı”, “poleni”, “arısütünü”, “propolisi”, “balmumunu” hediye ederler.


Tarımsal faaliyetlerdeki önemleri de tartışılmaz noktadadır. Bu konuda da araştırmaların verdiği kimi rakamları sizlerle paylaşmak isterim, öyle ki arıların gerçekleştirdiği “doğal tozlaşmanın” tarımsal üretime katkısı, arının bal üretimiyle ülke ekonomisine sunduğu katkıya oranla 10 kat daha fazladır.


Ayçiçeğinde arılarla döllenmeyen tarlalardaki verime göre, arılarla yeterli döllenen tarlalardaki verimin beş kat arttığı görülmektedir. İdeal döllenme için her üç dekar ayçiçeği tarlasında bir arı kolonisi bulundurulması gerekmektedir. Bu bir koloni üç dekarlık alandan 20-30 kg arasında bal toplayabilmektedir. Bir koloninin üç dekarlık ayçiçeği tarlasında sağladığı ürün artışının değeri ürettiği balın değerinin en az 10 katıdır.


Yeni dünya meyvesinde arılarla döllenmeyen ağaçlarda çiçeklerin %4’ü meyve tuttuğu halde arılarla döllenmiş çiçeklerin meyve tutma oranı %83 olmuştur. Elma bahçelerinde arıların olmaması halinde çiçeklerin meyve tutma oranı %5, bal arıları ile döllenmiş bahçelerde çiçeklerin meyve tutma oranı ise %22 olarak gerçekleşmiştir. Yoncada arılarla döllenmeyen tarlada tohum bağlama %1-2 oranında iken arılarla döllenen tarlada bu oran %53’e çıkmıştır. Böceklere karşı kafes içinde korunan 1 m2 korunga alanından 9 g tohum alınmasına karşın arılarla tam olarak döllenen 1 m2 alandan 179 g korunga tohumu elde edilmiştir. Bu örnekleri teyit eden binlerce bilimsel araştırma vardır ve polinasyon olarak bilinen bir bilim kolu gelişmiştir.


Bu nedenlerle bitkisel üretimde arıcılık gübre, tohum ve su kadar önemli bir girdidir. Yani yediğimiz gıdalarda kalite ve nicelik açısından arıların doğal katkıları vazgeçilmezdir.

Örneğin; arılı domates…
* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Arı ailesinde sosyal düzen...


Aralarında olağanüstü bir işbirliği olan her bir arı kolonisi; birkaç yüz erkek arı, binlerce işçi arı ve tek bir anadan yani ana kraliçeden oluşur. Erkek arılar dışında tüm işçi arılar ve ana arı dişidir ve bu arı ailesi anaerkil bir yapıdadır. Arı kolonileri, dişilerin yönettiği çok disiplinli bir sosyal düzen içinde yaşarlar ve hiçbir arı bu koloniden ayrı olarak hayatına devam edemez. Bütün arılar içgüdüsel olarak bu düzeni bilir ve hayatını bu kurallara uygun olarak devam ettirir. Kovanda her arının görevi bellidir ve kendi görevlerinin dışına kesinlikle çıkmazlar.


Güneşin ilk ışıklarını göstermesiyle güne uyanan ve hummalı bir çalışmaya koyulan arı ailesi, taa ki güneş yeniden gözden kayboluncaya kadar durmaksızın fakat ahenk içinde çalışırlar.


Arı kolonisinin yuva içindeki yaşam alanı peteklerdir. Gerek doğal ortamda gerek kovan içinde olsun, arı muhakkak kendisine petek yapar. Bu altıgen yapıda inşa ettikleri petekler ise gerek matematiksel sağlamlıkları gerekse alan kullanımdaki tasarruflulukları anlamında mimari şaheserler olarak kabul görmektedir. Balmumundan örülen petek gözleri, hem besin deposu hem de ana arının yumurtalarını bıraktığı bir yavrulama alanıdır.


Arı kolonisi bir tür kadınlar cumhuriyetidir. Hakim olan unsur, dişi arılardır. Erkek arıların tek görevi kraliçe arıyla çiftleşmektir.


Arı yaşam alanı olan kendi kovanına kesinlikle pislemez. Aradan kaç gün geçerse geçsin dışkılamak için dışarı çıkmaya fırsat kollar. Kış mevsimi dışında hiçbir arı kovan içinde ölümü beklemez. Öleceğini anlayan arı kovandan olabildiğince uzaklaşır.
Bir kovanda, analarının yaşlandığı durumlar dışında, asla 2 ana arı birden olmaz. Olması halinde sonu ölümle biten bir kavga başlar.


Bütün arı kolonilerinin birbirinden ayrılan kokuları vardır. Arılar kendi kovanlarına girmek isteyen yabancı arıları bu kokudan tanırlar ve girmelerine izin vermezler. Ancak normal döllenme sezonunda sadece erkek arılar başka kovanları ziyaret etmek istediklerinde diğer kovanlar tarafından buyur edilirler.


Arılar kendi kovanlarını şekil olarak değil, bulunduğu yer itibarıyla tanırlar. Bir kovan bir metre öteye taşınsa bile dışarıdan gelen arı kendi kovanını bulamaz.


Araziye nektar ve polen aramaya çıkan kılavuz arılar geri döndükten sonra kovanın üstünde kendine özgü yaptıkları dansla, kaynağın yönünü ve yerini anlatırlar. Her arı nektarını aldığı çiçeğin üzerine kokudan bir işaret bırakır ve artık o çiçeğe başka bir arı uğramaz.
Başka bir canlıyı sokan arının sonu ölümdür fakat kovanı korumak için hiçbir arı ölümüne mal olacak sokma olayını gerçekleştirmekten çekinmez.


Bal toplama mevsiminde bir işçi arının ömrü yaklaşık olarak 40 gündür. Yani hiçbir işçi arı topladığı balı kışın kendisi yiyemez.
* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Ana arı – Kraliçe arı



Her kovanda bir tane ana arı yani kraliçe arı bulunur; ikincisi olamaz. Ana arının temel görevi yumurtlayarak arı kolonisinin çoğalmasını, böylece neslinin devam etmesini sağlamaktır.
Görünüş olarak kovandaki diğer arılardan daha uzun ve gösterişlidir.


Ana arı, işçi arıların yaptıkları görevlerin hiçbirini yapmaz. Bacaklarında fırça ve çiçek tozu kesesi yoktur. Dili de çiçeklerin balözünü emmeye yetecek kadar uzun değildir. İğnesini ise insanlara saplayamaz, yalnızca rakiplerini bertaraf etmek için kullanabilir.


Ana arı uzun ömrü süresince oğul verme ve döllenme uçuşu dışında, kovandan dışarı hiç çıkmaz. Kovanı paylaştığı diğer arılara nazaran yaşam süresinin 30 kata kadar daha uzun olmasının nedeni ise ana kraliçenin hayatı boyunca arı sütü ile beslenmesidir.


Aynı kovanda iki ana arıya asla yer yoktur. Böyle bir şey olması halinde iki arı arasında birinin ölümüyle sonuçlanacak bir kavga başlar.


Arı kolonisi için hayati önem taşımasından ötürü, işçi arılar ana arının etrafında âdeta pervane olurlar. Onu büyük bir özveriyle korur ve beslerler. Onun için kendilerini feda etmekten hiç çekinmezler. Ana kraliçe ağzını açar açmaz dört, beş işçi arı hemen onun ağzına arı sütü doldurur. Ana kraliçe de bu ihtimamlı beslenme karşılığında her gün kendi ağırlığının 2,5 katına yaklaşan oranlarda yumurta hediye eder kovanına.

* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

İşçi Arı



İşçi arılar, arı kolonisinin en kalabalık grubudur. Arı kolonisinin faal olduğu ilkbahar ve yaz günlerinde bir işçi arının ortalama ömrü 40-50 gündür. Daha çok kovan içinde geçen kış mevsiminde 4-5 aya çıkar.
Bir kovandaki işçi arısının çokluğu ve çalışkanlığı o kovanın gücünü ve verimini gösterir. Bir işçi arı kendi ağırlığı kadar yükü taşıyabilecek güçtedir. Bal, balmumu, arı sütü ve arı zehri, her şeyi onlar yapar.
Kovanın iç ve dış işlerinin tümünü işçi arılar görürler. Aralarında yaşlarına göre belirlenmiş sıkı bir iş birliği vardır. Daha kolay olan iç işleri genç işçi arılar, dışarıdaki işleri ise tecrübeli olan yaşlı işçi arılar yapar. Kovanları temizleyip, balmumu üretip, petek inşa etmekten, yavruları ve ana arıyı beslemeye, kovanı havalandırmaktan bal toplamaya kadar tüm işleri işçi arılar yaparlar.
* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Erkek Arı (tembel ve asalak)


Kovandaki tek fonksiyonu ana arının(havada) döllenmesini gerçekleştirmektir. Bunun için özel aşk turları yaparlar, bu gökyüzündeki aşk anını dürbünle izleyebiliriz. Bu dölleme işi de sadece bir tek erkek arıya nasip olur. Kışın kovanlarda erkek arı bulunmaz. İlkbaharda doğarlar ve sayıları yaklaşık olarak 100 ile 500 arasında değişir.


Erkek arı, dişi arının yerine getirdiği bal, polen toplama ya da kovan içi hizmetlerin hiçbirini yapamaz. Çünkü vücut yapısı bunlara uygun değildir. İğnesi de yoktur, bu yüzden sokucu özelliğe de sahip değildir. Dışarıda gezerek kendi karnını bile doyuramaz, işçi arıların getirdiği bal ve polenle beslenirler. Bu nedenle tembellikleriyle ün salmışlardır.


Ancak her zaman iki arının yiyebileceği kadar bal ve polenle karınlarını şişirip, fiyakalı görünüşleriyle ortalıkta dolaşırlar. Hatta havalar ısınıp keyifleri yerine geldiğinde, sanki tüm kovanın yükünü onlar sırtlarında taşıyorlarmış gibi, kovanlarının en çok gürültücü üyeleri de yine bu erkek arılardır. Oysa bu kadar gürültü çıkartmaktaki tek amaçları kendilerini eğlendirmek ve etrafa caka satmaktır.


Sonbahar gelip bal mevsimi bittikten sonraysa, amazon savaşçılarına benzeyen işçi arılar tarafından kovan dışına atılarak ölüme terk edilirler. Sonbaharda dışarı çıkan erkek arıları, kapıda “bodyguard gibi” bekleyen işçi arılar içeri almazlar. Erkek arılar kovanın kapısında yığılarak açlıktan ölüme mahkûm edilirler. Çünkü kış ayları boyunca kovanda artık erkek arılara ihtiyaç yoktur.


* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Bal ve tarihçesi...



İğnesiz arılar yaklaşık 100 milyon, bal arıları ise 50 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır. İnsanlar ise 1-1,5 milyon yıldır arı ürünlerinden yararlanmaktadırlar.


İnsanların arılardan ürün aldığını gösteren ilk kayıtlar Avrupa ve Asya’daki yaklaşık 8000 yıl önceki Mezolitik kayalardaki yuva resimleridir.


İlk insanlar arı ürünlerini farklı amaçlar için kullanırlardı. Balı ilk tatlı yiyecek ve ilaç olarak, balmumunu ise çeşitli kullanım amaçları için elde ederlerdi. Ayrıca balı ibadet ettikleri tanrılarına şükranları karşılığında hediye olarak sunarlardı.


Bal, 14. Yüzyılda şekerin icadı ile önemini yitirmiş gibi görünse de, arı ürünlerinin kimyasal içerikleri 1900’lü yılların ortalarına doğru ciddi anlamda çalışılmaya başlanarak birçok ilacın ve kozmetik ürünün hammaddesi olarak kullanılmaya başlanmıştır.


Bal arılarının dünyadaki genel yayılışına bakıldığı zaman, Avrupa, Doğu Akdeniz ülkeleri, Afrika ve Asya’da farklı arı türleri yaşamaktadır. Ayrıca bütün kıtaların tropiklerinde iğnesiz arılardan(meliponinae) da bal üretimi için yararlanılmaktadır. Buna ek yaban arı kolonileri ve bal karıncaları tarafından da bal üretimi yapılabilmektedir. Yaban arıları tropikal Güney Amerika’nın bir bölümünde, bal yapan karıncalar Avustralya’nın bazı kurak bölgeleri ile Kuzey Amerika’da yaşarlar ve az da olsa bal üretebilirler.


Balın besin içeriğinin insan sağlığına etkisinin yanı sıra olağanüstü bir özelliği de vardır ki bu özellik antimikrobiyal aktivitesidir. Balın bu özelliği nedeniyle Hipokrat zamanından beri hastalıklarda tedavi edici bir araç olarak kullanıldığı bilinmektedir. Eski Mısırlıların, cerrahi pansumanda, göz iltihaplarının tedavisinde, Çinli ve Hintlilerin de çiçek hastalığının yayılmasını önlemede hasta vücudunu bal ile kapladıkları bilinmektedir.


Pek çok kültürde efsanelerde yer bulmuş arı ve bal… En çok da bereket ve zenginliğin simgesi olmuştur. Örneğin eski Anadolu mitolojisinde Tanrıça Kibele’nin doğurganlığı, bolluk bereketi simgeleyen göğüslerinin arının bedeninin arka tarafının betimlenmiş hali olduğu savlanır kimi tarihçiler tarafından.

* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Dünyanın ilk aşk şiiri!


MÖ 3000’lerde varlığını sürdüren Sümer uygarlığından günümüze ulaşan dünyanın ilk aşk şiirine bile tarihin ilk tatlandırıcısı bal konu olmuştur. Halen bu tablet İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.


Şiirin hikâyesi ise şöyle; Sümer inancına göre toprağın bereketini ve verimliliğini sağlamak amacıyla kralın yılda bir kez bereket ve aşk tanrıçası Enlil yerine bir rahibeyle evlenmesi kutsal bir görevdi. Bu şiir büyük bir olasılıkla Kral Şusin için seçilmiş bir gelin tarafından yeni yıl bayramını kutlama töreninde söylenmek üzere kaleme alınmıştı ve şölenlerde müzik ve dans eşliğinde söyleniyordu:

Damadım, kalbimin sevgilisi

Güzelliğin büyüktür baldan tatlı

Aslan, kalbimin kıymetlisi

Güzelliğin büyüktür baldan tatlı

Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır

Yatak odasında bal doludur

Güzelliğinle zevklenelim

Aslan seni okşayayım

Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır

Damadım benden zevk aldın

Annem söyle sana güzel şeyler verecektir

Babam, sana hediyeler verecektir

Sen beni sevdiğin için

Lütfet bana okşayışlarını

Benim Tanrım, benim koruyucum

Tanrı Enlil’in kalbini memnun eden Şusin’imLütfen bana okşayışlarını…

Bal ve tarihçesi - 2


Antik Yunan uygarlığı için de “bal” son derece önemli idi. MÖ 6. Yüzyılda yaşamış ünlü matematikçi Pisagor kendi şaşırtıcı uzun yaşamını devamlı bal yemesine borçlu olduğunu anlatır.


MÖ 5. Yüzyılda yaşamış bir diğer ünlü filozof Demokrit de Pisagor’u doğrular ve hatta 100 yıldan fazla yaşayan Demokrit: “Sağlıklı kalmak için içinizi balla sulandırın.” der.
Yine MÖ 5. yüzyılda, modern tıbbın kurucusu sayılan Hipokrat için de bal, tedavilerde çok önemli bir yer almaktadır. Hipokrat, balın kesiklere, çıbanlara, apselere, yanıklara iyi geldiğini söyler.


MÖ 1. yüzyılda yaşamış eski Romalı ünlü bir başka doktor Galen de birçok hastalığın tedavisinde balı öneriyordu.


Ayrıca arılar mucizevi yaşam düzenleriyle de pek çok sanat dalında esere ilham kaynağı olmuşlardır. Örneğin, Eski Yunan komedyasının en büyük yazarı Aristophanes, İÖ 422 yılında yazdığı “Arılar: Yargıçlar” adlı eserinde Atina’nın adalet mekanizmasıyla alay eder. O zamanlarda demagog ve savaştan yana olanlar, yargıçları kendi siyasi çıkarları uğruna kullanırlardı. Sıradan insanlar, Spartalılarla işbirliği yapmakla suçlanır ve insafsız yargıçlar tarafından çok ağır biçimde cezalandırılırlardı. Yargıçlar kararlarını balmumu tabletler sivri bir kaleme yazdıkları için Aristophanes, o kalemleri arıların iğnelerine benzetmiş, bu oyunuyla Atina halkını aydınlatmak, uyarmak istemiştir.


* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Bal ve tarihçesi 3


Arılar geçmişten bugüne sembol olarak en çok kullanılmış hayvandır.


Bal mucizesine dair Kur’an’da Nahl suresinde de şunu görürüz: “Rabbin balarısına da şöyle ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan(kovanlardan) göz göz evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de müyesser kıldığı yollar koy içlerinden renkli muhtelif bir içecek çıkar ki onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz ki bunda düşünen bir toplum için elbette bir ibret vardır.”


İranlı büyük bilgin İbni Sina 18 ciltlik “Şifa” adlı eserinde de “Bal şerbeti gibi şeyler her hastalığın ve ölümden gayri her musibetin başlıca şifa aracıdır.” der ve ekler: “Genç kalmak istiyorsan, mutlaka bal ye!”


Ortaçağda, yara ve yanıkların bal ile tedavi edilmesi; kulak iltihabında, kulağa balın akıtılması, difteri vakalarında, çocukların ağız ve boğazlarına içten balın sürülmesi ilginçtir. Bazı Nijerya yerlileri balı halen öksürük kesici olarak kullanmaktadırlar.


Günümüzde bile Anadolu’da pek çok yörede süren bir gelenekle, gerdeğe girecek karı-kocanın dudaklarına bal sürülürdü. Hayatları tatlı olsun diye. Hatta evlenen çiftlerin ilk aylarına “balayı” adı verilir. (Rusça “Midovi meysads: Ballı ay”, İngilizce “Honey moon: Bal ayı”, Fransızca “Lune de mile: Bal ayı”)


Görüldüğü üzere balın insan vücudunda gerçekleştirdiği pozitif etkiler bin yıllar öncesinden keşfedilmişti. Hatta gerçekleştirilen kimi sosyolojik araştırmalar göstermektedir ki yüz yaşını geçmiş insanlar çoğunlukla arıcılar ya da arıcı ailesinden olanlardır.


* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.

Bal ve sağlık...


Balın, insana fizyolojik faydalarının yanı sıra psikolojik faydaları da çok önemlidir. Arı sevgisi, doğa sevgisiyle birbirini büyütür ve arılarla haşır neşir olmak insanı son derece rahatlatır, kendini iyi hissettirir.


Hatta sizlerle şöyle bir anımı paylaşmak istiyorum; Tunceli’nin Pertek ilçesinden bir arıcı, huzursuzluğu nedeniyle karısından boşanmak üzereyken, bizim yürüttüğümüz bir arıcılık projesinden verdiğimiz arılardan 10 adet almış ve arıcılığa başlamış. Şu anda 100 adet arılı kovanı olan bu arıcı dostumuz bu yıllar içinde arıcılığı çok sevmiş, arılarla dost olmuş ve bu işi yaparken çok huzur bulmuş. Çok sevdiği bu işten epey de güzel ürün alıp para kazanmaya başlamış. Şimdi hem iyi para kazanıyor hem de huzur bulmuş ve eşiyle çok mutlu bir hayat sürüyor.


İnsan vücuduna etki eden çoğu mikroorganizma balda yaşamını sürdürememektedir. Bal, temas ettiği mikroorganizmaları öldürdüğü gibi içerisinde de barındırmamaktadır. Öyle ki Mısır piramitlerinde bulunan ve Postum’da MÖ 6. Yüzyıla ait çömlekler, içindeki balların biraz katılaşmakla beraber vasıflarını hiç kaybetmemesi, balda mikroorganizmaların yaşayamadığını tarihi bir gerçek olarak göstermektedir.


Tıbbi literatürde, İngiliz ve Amerikan hastanelerinde 1. Sınıf mikrop öldürücü olarak bal kullanıldığını, Almanya’da yara ve soğuk algınlıklarından kaynaklanan hastalıklarda, baldan bu yönü ile faydalanıldığını görüyoruz. Alman Dr. Zaiss’in mikrop öldürücü olarak balı tendürdiyota tercih ettiğini belirtmesi de ilginçtir.


Balın yaraların ve enfeksiyonların iyileşmesini sağlamak için kullanımı 1981 yılında Dünya Sağlık Formu tarafından da önerilmiş olup, Pharmaceutical Journal’da(Eczacılık Dergisi 1982) apse, çıban, göz yangıları, ishal, üriner sistem enfeksiyonları, dizanteri etkeni, deri ve ağız içi enfeksiyonlarına antimikrobiyal etkisinin olduğu rapor edilmiştir.


Balların antimikrobiyal aktivitesi için farklı mekanizmalar ileri sürülmüştür. İleri sürülen mekanizmalardan biri, balın sahip olduğu yüksek şeker konsantrasyonudur. Bir diğer sebebi de balda enzimsel olarak üretilen H2O2(hidrojen peroksit)’dir. Üçüncü olarak da balın düşük pH’ıdır.(ortalama 3,2-4,5)

Bal ve sağlık 2


....

Balın çeşitli hastalıklara karşı tedavi edici özelliğini incelemek amacıyla birçok araştırma yapılmıştır. Bu konuyla ilgili ilgi çekici çalışmalardan biri 1991’de King Suud Üniversitesi tarafından yapılanıdır. Yapılan bu çalışmanın sonunda gastrit ve on iki parmak bağırsağı ülserine sahip hastalara, alternatif bir tedavi olarak balın tek başına veya antimikrobiyal bir ajanla uygun bir bileşiminin kullanılması önerilmiştir.


Farklı çiçeklerden elde edilen balların da kendi içlerinde antimikrobiyal etkileri açısından büyük farklar içerirler. Lavanta, karahindiba, balçiçeği ve kolza balları yüksek antimikrobiyal aktiviteye sahipken orman gülü, okaliptüs ve portakal nispeten düşük aktivite göstermektedir.


Bal, karaciğer rahatsızlıklarında da başarı ile kullanılmaktadır. Bu başarıda balın antimikrobiyal etkisinin yanında, fruktozun doku ve kasları yumuşatıcı ve gevşetici özelliği de önemli sayılabilir.
Balın çeşitli araştırmalar sonucunda, doku oluşmasını hızlandırdığı, yara ve yanık izlerini azalttığı(Arman, 1980; Dumronglert, 1983), bazı ülkelerde doktorlar tarafından katarakt ve konjuktivit ile bazı kornea rahatsızlıklarında başarı ile kullanıldığı bildirilmektedir(Mikhailov, 1950).


Ayrıca kornea ülserinin de saf bal ile veya vazelin yerine bal ile hazırlanan %3’lük sulphidine pomadı ile başarılı bir şekilde tedavi edildiği görülmüştür.


* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan H. Y. imzalı bölümlerden alıntıdır.


Kötülüğümüzü İsteyen Bir Tat: ŞEKER


Şekerin tarihi sömürgeler yoluyla Çin’e, Avrupa’ya yayılmasına dayanır. Gerçek anlamda üretimi 15. Yüzyılda gerçekleşmiştir. Önceleri ilaç diye kullanılırken daha sonraları 17. yüzyılda vücut sıvısının dengesini bozan yanlış bir ilaç olarak algılandı. İngiltere’de 17. Yüzyılda dönemin ünlü hekimi Thomas Willis “Diyabet denen bu yeni hastalığın sorumlusu şekerdir.” diye kesin kararını verdi.
Burada şeker karşıtlığını değil de vücudun günlük ihtiyacı kadar şekerin meyve ile sebze ile bal ile alınabileceğini söylemeye çalışıyoruz.
* Bal çalmak kitabının sonunda yer alan bölümlerden alıntıdır.

18 Haziran 2009 Perşembe

Bozulan Dünya ve Neslimizin Sağlığı…


Bozulan Dünya ve Neslimizin Sağlığı…

Bugün bizler, sizlere kahvaltı sofralarımızın ve hayatımızın en vazgeçilmez temel gıdası olan “BAL” üzerinden sağlıklı ve güvenilir gıda tüketiminin içinde bulunduğu süreci anlatmak istiyoruz. “BAL”ı anlamak için de öncelikle arıları ve onun doğasını anlamak gerektiğinin altını çizmek istiyoruz. Arılar, doğanın en çalışkan türlerindendir. Sadece ürettikleri mucizevî iksir “BAL” ve diğer faydalı ürünlerini “İTİRAZSIZ” bizlerle paylaşmakla kalmayan arıların aslında yediğimiz içtiğimiz hemen her şeyde faydalı bir “İZ”lerinin olduğunu söylemek abartılı olmaz. Albert Einstein’ın tüm dünyaca bilinen sözü ise onlara neden gereken değeri vermemiz gerektiğini özetler nitelikte: “Bal arıları yok olduktan 4 yıl sonra insanlık biter!” Bilimsel açıdan da bakıldığında; doğanın ve doğalın insanlar açısından ne kadar vazgeçilmez olduğunu, arıların, yaşamımızın her alanında ne kadar önemli olduğunu, dünyanın gıda üretimine ve dengesine ne kadar katkı sağladığını birkaç cümleyle anlatmak elbette mümkün değil…


Bizler bugün burada özellikle yaşamımızda, kültürümüzde ve insanlık tarihimizde, balın ne kadar önemli olduğunun altını çizmek istiyoruz. İlk insanlar avlama, toplama yöntemi ile beslenmeye başlayınca, yaşlı ağaç kovuklarında arı kolonileri ile karşılaştılar ve onların balını toplayarak vücutlarının ihtiyacı olan tatlıyı (bal) ilk olarak bu yolla elde ettiler. Günümüzde tatlı diye tükettiğimiz ürünlerin tamamı ise; 14. Yüzyıl’dan sonra hayatımıza girmiştir.
Bugün ülkemiz geneline bakıldığında; bitki ve çiçek çeşitliliği, bal kalitesi ve üretimi bakımından dünyanın lider ülkeleri arasında yer almaktayız. Doğal altyapımız, bitki, çiçek çeşitliliğimiz ve tüm Avrupa’ya eş değer iklimsel özelliklerimiz var. Bu çerçeveden bakıldığında da; Türkiye, tarihi ve kültürel geçmişinin yanı sıra arıcılık alt yapısı ile de tam liderliği hak etmektedir.
BinbirÇiçek markası olarak bizim de çıkış noktamız bu zengin doğal kaynaklarımızı en bilinçli şekilde kullanmak üzerine kurulu. Sahip olduğumuz arıcılık kültürü ve altyapısı ile de yıllardır bu kaynaklarından doğru şekilde beslenmekteyiz.


BAL, insanlık tarihinin en önemli kültürel ürünlerinden biridir. Bunun için de hastalıkların yoğun, çarelerinin daha az olduğu dönemlerde de BAL, çeşitli yöntemlerle tedavi amaçlı kullanılmıştır. Günümüzde de BAL ve diğer arı ürünleri; beslenmenin yanı sıra; ilaç sanayi ve kozmetik sektöründe de sıklıkla kullanılmaktadır.


“Kahvaltınızı Krallar Gibi, Öğle Yemeğinizi Prensler Gibi, Akşam Yemeğinizi de Fakirler Gibi Yemelisiniz” Kahvaltının önemine vurgu yapan bu sözü, sizler de birçok kaynaktan mutlaka duymuşsunuzdur. Bildiğiniz gibi bal, dünden bugüne kahvaltı sofralarımızın vazgeçilmez en önemli temel besinlerinden biridir. BAL, vitaminler ve mineraller deposu olmasının yanı sıra antimikrobiyel ve antioksidant özelliklerine de sahiptir. Tam anlamıyla da bir şifa deposudur. Düşünün ki bal tek başına böylesine önemli özelliklere sahip bir lezzetken, süt, yoğurt, tereyağ, kaymak vb. önemli gıda maddeleri ile birlikte de tüketildiğinde sağladığı yararlar tartışılamaz bile.

Peki, bu dünyada en önemli hakkımız nedir? Hiç düşündük mü? Tabii ki; “Yaşam Hakkımız!” Peki, yaşam hakkımızı öncelikle ne ile sağlamaktayız? Elbette ki; vücudun ihtiyaçları doğrultusunda sağlıklı ve dengeli beslenme ile… Sağlıklı beslenmenin temelinde ne vardır? Doğal üretim sürecine dayalı, güvenilir gıda tabii ki! Öğle değil mi? Peki, güvenilir gıdaya ulaşmak için yeterli seçiciliği ve özeni gösterebiliyor muyuz? Giyim ve dış görünüşümüze verdiğimiz önemi, beslenme alışkanlıklarımızda sizce ne kadar gösterebiliyoruz? Bir tüketici olarak bizler, yaşam hakkımıza kast eden küresel güçlerle, güvenilir gıda üretmekten uzak, sağlıksız gıda üreten; kişi ve kurumlarla acaba, yeterince mücadele edebiliyor muyuz?


Rant uğruna, dünya gıda dengelerini değiştirmeye çalışan, daha çok üretmek adına; dünya gıda stratejilerini tekelinde tutan, katkı maddeleri ile doğaldan uzaklaşan ve yeni ürünler geliştirip üreten, genetiği (GDO) değiştiren, ülkesel üretim modellerine değer vermeyen, biz üretiriz, siz tüketin diyen… Bizim yerel değerlerimizi alıp değiştiren, yeni bir şeymiş gibi de tekrar bizlere satan, üretilen gıdalarla sağlığımızı bozan, gelecek neslimizin de sağlığını tehdit eden teknolojik üstünlüğü elinde tutan dünya devlerine karşı temkinli ve bilinçli olmak gerek. Bu nedenle de doğal hayatı olumsuz etkileyenlere karşı mücadelede de hepimize büyük görevler düşmektedir. Bizler de bilinçli bir toplum olmak zorundayız! Her ne kadar uygulamalarda eksiklikler de olsa; sağlıklı bir toplum yolunda, ülkemizde de devletin ve sivil toplum örgütlerinin sunduğu birçok imkân var. Örneğin: 14 Şubat’ta, 5 bakanın ve lider firmaların da katılımı ile tüketicilerin bilinçlendirilmesine, gıda denetimlerinin de artırılmasına yönelik bir protokol imzalandı ve “GIDA HATTI: ALO 174” hizmete girdi.

Bu anlamda da “Alo 174 Gıda Hattının”, Tarım Bakanlığı’nın, tüketici derneklerinin, şikâyet köşelerinin ve sitelerinin çalıştırılmasında, vatandaş olarak hepimize de görev düşmektedir. Elbette ki; güvenilir gıda üretmek için arıcılara, balcılara ve güvenilir bal markası olarak bizlere de büyük görevler düşüyor. Daha büyük görev ise; aslında doğal kaynağında işini hep mükemmel yapan arılara düşüyor. Peki, sizce neden? Çünkü yediğimiz diğer tüm gıdalarda da arılar polinasyonu yani döllemeyi sağlamazsa; kaliteye, rekolteye ve güvenilir gıdaya ulaşmamız zorlaşacaktır. Onun için de öncelikle arıları sevmeli, onları korumalı ve yaşamalarına izin vermeliyiz. Böylece, dünya daha yaşanabilir bir yer olsun.


Sonuç olarak; kaliteli bir yaşam ve daha az sağlık harcamaları için, gıdalarımıza sahip çıkalım… Doğamıza, doğal hayatımıza sahip çıkalım… Sağlığımıza ve neslimize sahip çıkalım…
H.Y